SÜKÛTUN ÇIĞLIKLARI:.

Çığlıklarımız nostaljiye mahkûm olamaz. Nostaljilere mahkûm duygulardan ne hayır gelir. Bizim çığlıklarımız mazidir, haldir ve istikbâldir.

Archive for 30 May 2008

21. Yüzyılda Hz. Muhammed(s.a.s.) Gerçeği

Posted by Mecnûn 30/05/2008

Ondokuzuncu asır, insanın madde ve mânâ boyutuyla, meçhulün kucağına düştüğü bir asır oklu. Ve belki de insanlık hiçbir dönemde bu yüzyılda maruz kaldığı fikir ızdırabma maruz kalmadı. Vicdanın ziyasıyla aklın nurunun imtizaç edilemediği bu asır, insanlık için fikir çilesinden daha büyük işkencenin olmadığının belgesi olmuş; maddenin bağrında nice dimağlar, nice ömürler heba olup gitmiş: nice deha şaşkınlık batağında ömürlerini tamamlamışlardır. İlmî gelişmelerin baş döndüren hızı. hayata maddeyi egemen kılmış, bakışlar da maddeyle perdelenince, varlığı sayısız delillerle zahir olan Zat-ı Ezel ve Ebed de yok kabul edilenler arasına alınmıştı. Filozofların ‘Tanrı öldü”, “peygamberler sustu, filozoflar konuşacak” çığlıkları enfüsü ve afakı inletmişti. Bu sesler zihinleri harap edip hayatı “ölümlü yalan” olarak nitelerken; insanlığa “sonun yokluk senin” diye fısıldamıştı. Bu asrın fikir cenderesinde yaşanan ızdırabı şair bir mısrayla ne güzel özetler, ne güzel anlatır:

“Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.”

Ruhun yok kabul edildiği ve “Tanrı öldü” çığlıklarının atıldığı bu asır. inananları da etkilemiş; zaman zaman da olsa, “Ya dehre gelmeseydim: ya aklım olmasaydı” cümlesinde ifade edildiği gibi, pek çoğu bunalmıştı. Batı dünyasında temellenen pozitivist düşünce bizde de pek çetin bir kışı beraberinde getirmiş ve o dönemde yaşamış bazı meşhur allâmelerimizi bile bazı tekellüflü yorumlar yapmayı düşünmeye sevketmiştir. Doğrusu pek çetin bir kış başlamıştı. Artık insan “ahsen-i takvim” değil, “düşünen canlı” idi. Bütün bir varlık tesadüflerin ve tekâmüllerin (evrim) eseri sayılıyor; insanlığa, kutsala veda etmesi tavsiye ediliyor; buna karşı çıkanlarsa bilim düşmanı olarak etiketleniyordu. İman, ateş olmuş.. sahibini yakıyordu; oysa iman ateşleri söndüren güçtü. Bilimi, inkâra giden yol olarak görenler, ne derlerse desinler, hakikat güneşi üflemekle sönmeyecek. Hakikatin arayıcısı insan, sonunun yokluk, kendisinin de bir hiç olduğuna inanmayacak ve fıtratın sesi dinmeyecekti:

“Çocukken haftalar bana asırdı

Derken saat oldu derken saniye

İlk düşünce beni yokluk ısırdı

Sonum yokluk olsa bu varlık niye?”

Albert Camus gibiler, insanı ve eşyayı bir ‘”YABANCI” olarak gösterseler bile, insan, niçin var olduğunu hiçbir zaman es geçmeyecek ve bu sorulara cevap arayacaktı.

“Ne için yaşıyorum, ne için arzuluyorum, ne için çalışıyorum? Hayalımda, kendi ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır? Amacım olmadan birşey yapamam, yaşayamam ben.” Lev Nikolayeviç Tolstoy, varlığı ve gayesini böyle sorgularken, bizim şiirlerimizde yokluğa isyan ediliyordu:

“Boğuşmak hayat denen sebepsiz savaş için

Yaşamak en sonunda dikilen bir taş için

Bütün ızdırapların işte en korkuncu bu

Bir avuç toprak olmak düşünen bir baş için

Bizi İster bir toz yap savur mahşer yelinde

İster sürü çöp gibi tufanların yelinde

Sonunda bir varlığa ulaştır da ALLAH’ım

Bırakma tabiatın merhametsiz elinde.”

Esasen insan, yaratılışı gereği kendisini var edeni, vicdanın sesi ve aklının nuruyla bulacak özellikledir. Ne kadar aleyhle propaganda yapılırsa yapılsın, insan kendisinin ve kâinatın bir yaratıcısı olduğunu hissedebilir.

 Yaşanmış bir olay

Sovyetler Birliği döneminde okullarda ateizm dersleri gösterilmekte, genç beyinlere; yaratıcı bir güç yoktur, kâinatın var oluşu ve işleyişi tesadüflerin eseridir denmekte… Yıllar yılı bu şekilde eğitim gören tıp fakültesi öğrencileri ateizm dersinden sınava girmekteler… Öğrencilerden biri sınav başlamadan önce dudaklarını kıpırdatmakta, sanki yanındakilere bir şeyler anlatmaktadır.

Görevli yanına yaklaşır ve sorar:

“Ne yapıyorsun?” Cevap enteresandır: “Sınavın iyi geçmesi için Allah’tan yardım istiyorum!”

Ateizm dersinde Allah’a yalvarılmakta: Allah’ın inkârı gayesiyle okutulan dersin sınavında inkâr ettirilmek istenenden yardım istenmekte…

Bu hâdise bir yönüyle trajikomik olsa da, vicdanların bastırılamayan, engel tanımayan sesini ifade etmesi açısından da çok önemlidir. Demek ki. Allah ve peygamber inancı, yani din düşüncesi ve duygusu, vicdanın derinliklerinde mahfi bir volkandır; onu söndürmeye, dindirmeye çalışmak yaratılışla çatışmaktır… Bu ve benzeri örneklere bakarak diyebiliriz ki. İnkâr birçok yönüyle psikolojik bir hâdisedir.

Yoksa akıl sahibi herkes fıtratının, vicdanının sesini duyar. Akıl ve vicdan ‘Allah’ der, ‘bekâ’ der ve bunları tebliğ eden “peygamber” der.

Fıtratın ve vicdanın sesi dinmez, vicdan yalan söylemez:

“O’dur eğriliğe düzün hamlesi,

Pehmin ilk nidası ahir cümlesi

Allah’ın sesidir vicdanın sesi

Vicdanın sesidir Allahüekber.”

21. yüzyıl, fıtratın sesinin yüzyılı olmaya namzet görünüyor. Bu gerçeğin en yüksek ve en güzel sadası olan Hz. Muhammed (s.a.s)’in şifayab eli, bugün de, beşerin bütün dertlerine şifa olmaya devam ediyor. Arayanlar; Amerika’dan Fransa’ya. Çin’den Hind’e, O’nun yolunu buluyor.

__________________________


Sızıntı Dergisi 242. Sayı Kasım 1999

Posted in Genel, Sızıntı | 1 Comment »